Feminizmin yaşadığım çevrede olumsuz bir kavram olarak görülmekte olduğunu bu bölümü kazanınca bana yöneltilen sorulardan ve ilgisizlikten anlamıştım. Kadın Çalışmaları bölümünü lisans yıllarında da araştıran ben, bu bölümü kazanınca adeta havalara uçmuştum. Lisans eğitimimde, uluslararası ilişkiler alanında okuduğum makalelerde, hocalarımın anlattığı düşünürler içinde, politik felsefeden sosyal psikoloji derslerine kadar hiçbir teoride ve olayda kadın ismi duymamıştım. Neden kadınlar sosyal bilimlerde kadın sayısı az, onların fikirleri neden kitaplarda çok geçmiyor ve akademik hayatta bu kadar çok kadın öğretim üyesi varken neden ön planda değiller tarzında soruları çok yönelttim kendime.
Akademik hayatı bir kenara bırakıp günlük hayatıma bakarsam, farkında olmadan kadını o kadar çok arka plana atıyoruz ki, kadındır o yapamaz, bilemez, beceremez, edemez deyişlerimiz bizi artık hiç incitmiyor. Burada eşitsizliği biz kadınların da yaydığının farkında değiliz. Demek istediğim, kadın erkek eşitliği için, toplumdaki çoğu olaya kadın erkek eşitliği sorunu olarak bakmaktan öte, eşitsizliği yayan, alışılmış hale getiren, olağan kılan dilsel, söylemsel, ideolojik olguların da incelenmesi ve yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Dil, toplumun kültürünü yansıtır, bir kelime ağızdan çıktığında onun gerçek anlam ya da mecaz anlam olup olmadığını o kültüre ait olan anlar, yabancı biri bunu ayırt edemez. Eşitsizliği kadınların kendisi de olağan hale getiriyor derken şunları örnek verebiliriz:
-Kadın evinde durup; çocuklarına analık yapmalı,
-Dışarı çıkarsa aklı başka şeylere gider, dışarısı kadın için tehlikeli zaten sokak kadın için uygun değil,
-Gece çalışıyormuş kadına yakışır mı hiç, tek başına yaşıyor namussuz kadın,
-Kocasına baş kaldırmış, sürekli dışarıda geziyor hiç ev işi yaptığı yok gibi günlük konuşmalardan kesitleri hepimiz işitmişizdir. Ya da; erkek evin direği, erkek yapabilir canım elinin kiri, kızını dövmeyen erken torun sever, erkektir gönlü kayabilir tarzı sözler çok yaygındır. Kimse de bu laflar sarf edildiğinde farklı açıdan bir tek kelime etmez. Kadını haklı çıkarmak istemez.
Öncelikle, bu tarz sözler kadını doğal olarak geri plana iter, bize düşen bu söylemleri hayatımızdan çıkarmalıyız. Kadının hayatı ve namusunun kendine ait olduğunu, sorumluluklarının bilincinde olduğunu, onu tutsak etmenin ve körü körüne itaat ettirmenin insanlık dışı bir hareket olduğunu bilmeliyiz.
Bu tür olaylar gazetelerde de oldukça yaygındır. Örneğin, barda çalışan üniversiteli kıza gece araba çarptı, babası ve annesi işçiydi, duyduklarında şok oldular. Bu cümle öncelikle normal görünebilir fakat toplumumuz hemen hak etmiş barda çalışıyor bir de gece dışarıdaymış, ailesi ona bakmak için zor koşullarda çalışıyor kızın yaptığına bak oh olsun bile denebilir. Ama o haber şöyle olsaydı, imam hatipli genç delikanlı akşamüstü kursa giderken kaza geçirdi. Burada okuyucu tepkisi daha farklıdır. Medyanın da haberleri cinsiyetçi bir tavırla yansıtması bazı kadınların tepkisini çekmektedir. Bu yaklaşımın da kökten değişmesi gerekmektedir.
Edebiyat alanına bakarsak çoğu kadın yazar eserlerinde, kadının aşağılandığı, horlandığı ve böylece ataerkil düzenin bu yoldan da desteklenip ileriki dönemlere aktarıldığı görülür. Bunu kadının hemcinsi için yapması gene olayları olağan kılmaktadır. Ne kadar çok kadının kadına, erkeğin kadına hükmetmediğini anlatan eserler meydana çıkarsa en azından belli bir kitle bazı şeylerin farkına varacaktır.
Kadın okur ve erkek okur aynı metinden farklı anlamlar çıkarabilirler, ikisinin de tepkisi farklı olabilir. Bu oldukça normaldir. Önemli olan kimse kimsenin fikrini bastırmamalı ve önyargıyla yaklaşmamalıdır. Kadın ya da erkek olarak doğduğu için farklı algılamaz o yazıyı, farklı algılamasının temel nedeni toplumsal cinsiyetin insanlara yüklediği temel farklardır. Kadını baskı altında tutan bir yazı diline sahip olan yazar, kadının ikincil konumda oluşunu eserde alenen göstermese bile satır aralarında fark ettirebilir yani ince ince okurun ruhuna enjekte eder. Romanlarda, hâkim olan iyi ve kötü kadın karakterlerinde, kötü kadını hiç sorgulamadan ona gerçekten kötü bir kadınmış diyebiliriz çünkü o esere yazarın gözünden bakarız, yazar istediği gibi karakterlerle oynayabilir ama biz okuduklarımızı kendi bakış açımızla değerlendirmeliyiz. İyi kadın dendiğinde hemen aklımıza namuslu, evli, çocuklu, itaatkâr, ev işlerini severek yapan, herkesle iyi geçinen, alt gelir grubuna mensup bir kadın tasavvur ederiz. Kötü kadın ise, çok zengin, erkeklerin aklını çelen, alımlı, sokaklarda dilediğince gezen, iffetsiz, ailesine karşı gelen, hırslı, eğlenmeyi seven gibi sıfatlarla çağrışım yapar.
Edebiyattan öte, en basitiyle çizgi filmleri ele aldığımızda erkeklerin baskısını açıkça görebiliriz ve bunlar küçük yaştan itibaren çocuklara da aşılanmaktadır. Kadınların bir şeyi elde etmesi için seçim yapmalı ve bazı şeylerden vazgeçmelidir fikri en güzel Deniz Kızı Ariel çizgi filminde işlenmiştir. Denizkızı, prensi denizde boğulacakken kurtarır ve prens kendine geldiğinde denizkızı gözden kaybolur, prens onu görememiştir, kendisini başkasının kurtardığını düşünmektedir. Fakat denizkızı prense âşık olur, denizkızı yarı insan yarı balıktır, evlenmeleri mümkün değildir. Denizkızı balık kuyruğunu iki bacakla değiştirmek isterken bir büyücüye danışır, büyücü bunun karşılığında konuşma yeteneğinden yani sesinden vazgeçmesini ister ve eğer prens bu yeni halini beğenmez, başkasıyla evlenirse de denizkızının bir köpüğe dönüşeceğini söyler. Yani iki koşulda da denizkızı, bir erkeği sevdiği için, ona ulaşmak için özgürlüğünden mahrum kalacaktır. Denizkızının dili kesilir ve sihri içtiğinde bacakları oluşmaya başlar ama o da ona çok ıstırap çektirir. Gene de denizkızı prense kavuşma hayaliyle sabreder. Prens için sesini kaybetmiş, dayanılmaz acılar çekmiştir. Ancak, prens kendisini kurtaranın başkası olduğunu düşündüğü için başka kızla evlenir. Bu durumda denizkızımız ölecek ve köpüğe dönüşecektir ve üç yüz yıl insanlar için iyilik yapabilirsen tekrar insan olma ihtimalini yakalayacaktır. Burada, kendi hayatından daha farklı hayatlara özenen kadınların belli bir seçimden sonra nelerden mahrum kalacağını gösterir. Başka bir örnek, Külkedisi’dir, saat 24.00 olmadan eve dönmenin kadınlar için kural olduğu masallarda bile yazılmıştır.
Güncel örnekler vermek gerekirse, Eurovision Şarkı yarışmalarında birinci olan iki parçanın dil ve kadının önemini nasıl baltaladığını göstermek faydalı olacaktır. İlk örnek: Türkiye’nin Sertab Erener’le birinci olduğu Everyway That I Can şarkısıdır. Sözlerini Türk toplumu olarak çok incelemeyip müziğini sevsek dahi, şarkının sözleri bir kadın için oldukça ezicidir. Sözlerine bakalım,
‘’Yapabileceğim her şekilde
Tekrar beni sevmeni sağlamaya çalışacağım
Yapabileceğim her şekilde
Sana tüm sevgimi vereceğim ve sonra
Yapabileceğim her şekilde
Ağlayacağım; öleceğim, ve seni tekrar benim yapacağım ‘’
Erkeğin burada gururu okşanıyor, kadın erkeğin pervanesi olmaktadır, kadın her şeyi yapan, erkek her şeyi yaptıran şeklindedir. Bir diğer örnek , 2010 yılı birincisi olan Almanya-Lena Meyer’in Satellite şarkısıdır. Sözlerine bakalım:
‘‘Senin için her yere gittim
Senin için saçımı bile yaptım
Yeni iç çamaşırı aldım, mavi
Ve sadece birkaç gün önce giydim
Aşkım, senin için savaşacağımı biliyorsun
Senin için balkon lambasını açık bıraktım
Tatlı ve acımasız olsan da
Seni her halükarda seveceğim
Aşkım, senin için neler hissettiğimi sana anlatmalıyım
Çünkü ben, senin sevgin olmadan bir dakika bile yaşayamam
Bir uydu gibi, çevrende bir yörüngedeyim
Ve geceye küsebilirim
Senin sevgin olmadan bir dakika bile yaşayamam….’’
Şarkı birinci seçildi fakat sözleri oldukça erkek egemenliği taraftarı, kadını küçük düşüren sözlerdir. Şarkının dili bile ataerkilliğin baskısı altındadır ve biz bunu ne günlük konuşmalarda, ne edebiyatta, ne çocuk filmlerinde ne de şarkılarda fark edebiliyoruz, yavaş yavaş içimize işletiliyor ve görüşlerimizi, tutumlarımızı ataerkil yapıya uygun hale getiriyorlar. Bunun için çevremizi bilinçlendirmeliyiz, herkesin farkında olması imkânsız olsa da bir iki kişinin bilinçlenmesi bile toplumda farklı şekilde düşünmeye yardımcı olacaktır.